Bazen hayat öyle bir hal alır ki konuşmak ve anlatmak eylemlerinin akıntıya karşı kürek çekme eyleminden bir farkı kalmaz. Konuştukça, anlattıkça ya kendimize verdiğimiz zararla kalırız ya da yorgunluğumuzun son pişmanlığı ile. Herkesin dünyası farklı olsa da, yaşayan tüm insanlar olarak büyük bir ortak noktamız var: Bir hikayeye sahip olmak. İyi ve kötünün göreceli olduğu gibi görecelidir hikayemiz. Kiminin hikayesi birinin kafasında “Ya bu muydu?” sorusunu canlandırırken kiminin hikayesi ise dinleyenin aklını başından alır. Evet, doğru yazdım ve doğru okudunuz. Hepimizin ortak bir yönü var. Hepimizin bir hikayesi var. Paterson’da bu yüzden harika bir film ya. 1 saat 58 dakika boyunca otobüs şoförü Paterson’ın rutin hayatını, şiir yazma serüvenini ve eşinin farklı serüvenini izleriz. Özetlemek gerekirse; rutin bir hayat, şiir yazma, eşinin garip özellikleri? Sahiden bu kadar mı?
Paterson her sabah kalkıp dünyadaki kötülüğü sorumlu tuttuğu teknolojiden nefret ettiği için o sessiz gizemli alarmı olan kol saatini koluna takar, eşinin hazrıladığı yemek çantasını alır, eski fabrikalar arasından süzülür ve filmin ilerleyen dakikalarında Paterson’ın ağzından duyduğumuz gibi kendi “labarotavuar”ına varmış olur. Paterson yalnız değildir. Her sabah gar sorumlusuyla selamlaşır, her eve geldiğinde eşinin sevgi sözcükleriyle karşılanır, her gece yürüyüşe çıkardığı köpeğini bağlayıp barda birasını yudumlar ve barmenle konuşur. Sorulan bütün “nasılsın?”lara iyiyim der. İnsanlığını konuşturur Paterson, her defasında aynı soruyu o da sorar. Uzun uzun dinler. İşte o zaman anlarız aslında ne kadar yalnız olduğunu. Kalemini defterini yanından asla eksik etmez. Çünkü o ona sorulmayan sorulara cevaplar yazar, ona söylenmeyenlerin izahını yapar defterine. Paterson bir şairdir. Eşi ona her eve geldiğinde yalvarır “ne olur şu şiirlerin bir kopyasını çıkar” diye. Farkındadır şair. Şiirlerine eşi tarafından gelen her iltifatın arkasından “para” kelimesini duyar. Paterson şiiri şiir yazmak için, para kazanmak için yazmaz ki. New Jersey’nin üçüncü büyük kenti olan Paterson’da yalnızlığıyla boğuşan Paterson, şiiri yalnızlığını boğmak için yazar.
Paterson’ın kalabalık sokaklarında kulağı hep insanlardadır. Yalnızlığını dökecek kelimeler, yalnızlığını döktüğü şiirlerde onun yalnızlığının üstünü örtecek imgeler arar insanlarda. Rutin hayatı akar Paterson’ın. Yanından eksik etmediği, yanına almaması gereken zamanda güvenli bir yere koyması gereken o şiir defterini sadece bir kez unutur şair. Her akşam eve geldiğinde, kendisinden sadece bir soru bekenen lakin her defasında tonlarca sıkıntıyı, hayali yükleyen eşi o gün sattığı pankeklerin parasıyla eşine ilk defa yalnızlığını unutturur. Ve yalnızlık unutulunca defter, kalem, şiir, sözcükler, cümleler bir bir unutulur. Yolları sinemaya düşer. Yüzünden anlaşıldığı gibi şairin sevmediği bir film, şairin hoşlanmadığı bir salon. Lakin o ilk defa yalnız değil. İlk defa kafasında sözcükler raks etmiyor. Çünkü o ilk defa yalnız değil.
Eve geldiğinde ise köpeği tarafından paramparça edilmiş görür şiir defterini. Üzülürken görürüz Paterson’ı. Köpek defteri paramparça etmiştir lakin suçlu köpek değil, Paterson’ı bir deftere, bir sözcükler bütününe üzülecek kadar yalnızlığa mahkum eden insanlardır. Şair boğulur. Şair dünyanın bütün denizlerinin tuzlarını ciğerlerinde hisseder. Ve onu görmemiz gerektiği gibi sadece filmin sonunda görürüz. Yalnız ve elleri ceplerinde. Lakin hayat ona bir şekilde yine yolu gösterir. Yine bir deftere yine bir kaleme kavuşur. Çünkü hayat…
Paterson harika bir film, belki de harika bir film olmaya aday. Çünkü hikayemiz devam ediyor.